Kayıp Zamanın İzinde 2 – Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde

Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde dizisinin ikinci cildi olan Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, edebiyat tarihinde bellek, zaman ve arzunun en ince ipliklerle örüldüğü bir halı gibi karşımıza çıkar. Okur, bir yandan bireysel deneyimlerin, gençliğin ve ilk aşkın kışkırtıcı kırılganlığını izlerken diğer yandan Belle Époque’un zarif ama çürümeye yüz tutmuş toplumsal sahnesine tanık olur. Proust’un romanı, yalnızca bireysel hafızanın labirentinde dolaşmakla kalmaz; modern insanın zamana, aşka ve topluma karşı çaresizliği üzerine de ironik bir portre çizer. Bu bakımdan romanı, Freud’un bilinçdışı teorisiyle Bergson’un süre (durée) kavramı arasında salınan bir edebi dans gibi okumak mümkündür.
Edebî düzlemde Proust’un ikinci cildi, özellikle gençlik ve aşk deneyimlerinin biçimlenişine odaklanır. Anlatıcı, burjuva salonlarından yazlık tatillere kadar farklı mekânlarda, yeni tanıştığı genç kızlarla kurduğu hayali ve çoğu zaman imkânsız aşk ilişkilerini tasvir eder. Ancak bu tasvirler bir tür romantik gençlik romanının saf heyecanını taşımaktan ziyade, son derece analitik, yer yer acımasız bir iç gözlemle bezenmiştir. Burada Proust’un üslubunun kendine özgü uzun, kıvrımlı cümleleri işlevsel hale gelir: Okur, adeta bir mikroskopla duygu parçacıklarının içine çekilir. James Joyce’un Ulysses’inde dış dünyayı betimleyen bilinç akışı tekniği, Proust’ta iç dünyanın derinliklerine dönük bir arkeolojiye dönüşür. Bu nedenle roman, hem modernist estetiğin bir parçası hem de ondan farklı olarak bireysel duyumsamanın sürekli analiz edildiği bir psikolojik roman niteliği taşır.
Tarihsel bağlamda ise roman, Fransız Belle Époque’unun çelişkili doğasını yansıtır. Yüzeyde incelikli bir sanat ve estetik duyarlılık hüküm sürerken, alt katmanda toplumsal sınıflar arasındaki görünmez duvarlar, aristokrasinin kibrini ve burjuvazinin yükselen hırsını sergiler. Proust’un eserinde salonlar, akşam yemekleri ve yazlık geziler yalnızca dekoratif ayrıntılar değil, modern toplumun güç ilişkilerini kristalize eden sahnelerdir. Burada Pierre Bourdieu’nun “habitus” ve “kültürel sermaye” kavramları akla gelir: Karakterlerin davranışları, seçtikleri kelimeler, hatta beden dilleri bile sosyal tabakaların görünmez sınırlarını pekiştirir. Proust, gençliğin masum görünen aşk arayışını bile bu toplumsal bağlamdan bağımsız düşünmez; her romantik jest, sınıfsal bir bakış açısının izlerini taşır.
Eserin en çarpıcı taraflarından biri de belleğin estetik inşasıdır. Anlatıcı için aşk, çoğu zaman yaşanan andan çok, hatırlanan ya da hayal edilen ânın büyüsüyle var olur. Genç kızların gölgesinde beliren bu imgesel aşk nesneleri, aslında hiç ulaşılmayacak bir arzu nesnesi olmanın da ötesinde, belleğin kendi yarattığı sanal sahneler gibidir. Burada Henri Bergson’un “hafıza, geçmişin yeniden üretimi değil, yaratıcı bir yeniden kurgulanışıdır” fikriyle Proust arasında belirgin bir akrabalık göze çarpar. Yani anlatıcı, aslında aşkı yaşamaktan çok, aşkı belleğinde yeniden inşa etmekten zevk alır. Bu yönüyle roman, psikanalitik açıdan da ilgi çekicidir: Freud’un tanımladığı “arzu nesnesinin kaybı” ile Proust’un gençlik aşklarındaki hayal kırıklıkları arasında şaşırtıcı bir paralellik vardır.
Dilsel düzlemde Proust’un üslubu hem eleştirmenleri hem de okurları sınayan bir yoğunluk taşır. Uzun cümleler, girift betimlemeler ve sayfalarca süren duygu çözümlemeleri, ilk bakışta sabırsız bir okuru yıldırabilir. Ancak bu yoğunluk, aslında romanın temel stratejisidir: Proust’un zaman anlayışı, hızdan değil, duraksamadan ve detaydan beslenir. Modern çağın ivmeli yaşamına karşı, Proust’un kalemi bir yavaşlama manifestosu gibidir. Günümüzde popüler kültürün “hızlı tüketim” alışkanlıkları düşünüldüğünde, Proust’un eserinin hâlâ neden bu kadar değerli olduğunu anlamak kolaylaşır: O, zamanı kaybetmeyi değil, kaybolmuş zamanı bulmak için sabırla oyalanmayı önerir.
Romanın ironik tarafı ise aşkın hep bir yanılsama olarak belirmesidir. Genç kızların gölgesinde yaşanan romantik heyecanlar, çoğunlukla ulaşılamaz, tamamlanamaz ya da tatmin edilemezdir. Bu noktada Roland Barthes’ın Aşık’ın Söylemi adlı eseriyle Proust’u yan yana koymak ilginç olur. Barthes, aşkın aslında dilsel bir oyun olduğunu, sürekli ertelenen bir anlam ürettiğini savunur. Proust’un romanında da aşk, neredeyse dilin ve belleğin ortak üretimi olarak çıkar karşımıza: Gerçek ilişkiden çok, hayal edilen ve kelimelerle süslenen ilişki öne çıkar. Bu yüzden anlatıcının aşk deneyimleri bir yandan evrensel bir gençlik hikâyesine dokunur, diğer yandan modern bireyin tatminsizliğini ve arzunun daima ertelenişini sergiler.
Toplumsal bağlamı biraz daha derinleştirmek gerekirse, Proust’un romanı aristokrasinin yavaş yavaş çözülüşünü ve burjuvazinin kültürel hegemonyayı ele geçirme çabalarını da gözler önüne serer. Genç kızların gölgesinde kurulan ilişkiler, yalnızca bireysel duyguların değil, sınıfsal çatışmaların da bir yansımasıdır. Özellikle yazlık tatillerdeki karşılaşmalar, farklı sosyal sınıfların bir araya gelip yine de birbirlerine yabancı kalışını gösterir. Bu bağlamda Proust, modern toplumun “görünüşte kaynaşmış ama aslında derin fay hatlarıyla ayrılmış” yapısını olağanüstü bir sezgiyle yakalar.
Tüm bu özellikler, romanı yalnızca bir bireysel gelişim hikâyesi olmaktan çıkarır ve onu modern edebiyatın en güçlü toplumsal analizlerinden biri haline getirir. Nitekim Edward Said’in de vurguladığı gibi Proust’un metinleri, yalnızca bireysel bellekle değil, aynı zamanda kültürel belleğin inşasıyla da ilgilidir. Proust’un anlatıcısı, bireysel anılarını yeniden kurarken, aslında bir dönemin estetik, toplumsal ve tarihsel dokusunu da kayda geçirir.
Sonuç
Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, hem bireysel duyguların hem de toplumsal dönüşümlerin romanıdır. Proust, gençliğin aşklarını birer duygu güncesi gibi işlerken, aynı zamanda Belle Époque’un çelişkilerini, modern bireyin zamanla mücadelesini ve arzunun bitmeyen ertelenişini de sahneye koyar. Kitabın edebî değeri, yalnızca incelikli üslubundan değil, aynı zamanda kültürel-tarihsel bağlamı derinlemesine kavrayışından gelir. Bugün hâlâ okur için zorlayıcı, ama aynı ölçüde büyüleyici olmasının nedeni de budur: Proust, zamanı yalnızca anlatmaz, okura zamanı yavaşlatmayı, belleği yeniden kurmayı ve aşkı ironik bir gülümsemeyle sorgulamayı öğretir.