Kayıp Zamanın İzinde 7 – Yakalanan Zaman

Marcel Proust’un yedi ciltlik devasa eseri Kayıp Zamanın İzinde, edebiyat tarihinde yalnızca hacmiyle değil, zaman kavramına kazandırdığı edebi derinlikle de anılır. Serinin son kitabı olan Yakalanan Zaman, adeta bütün bir yapıtın düğüm noktası, final senfonisinin doruk notasıdır. Burada Proust, hatıraların ve sanatın zamana karşı verdiği direnişi, insan ömrünün kırılganlığıyla yan yana getirir. Kitabı okumak, bazen sonsuz uzun bir koridorda yürümeye, bazen de birdenbire açılan gizli bir kapıdan kendi hayatımıza sızmaya benzer. Fakat gelin kabul edelim: Proust’u okumak, bir “okur maratonu”dur. Bitiş çizgisine ulaştığınızda hem tükenmiş hem de hafiflemiş hissedersiniz.
Eserin en dikkat çekici yönlerinden biri, Proust’un zamanı yalnızca kronolojik bir çizgi olarak değil, bilinç ve hafıza aracılığıyla katman katman deneyimlenen bir alan olarak kurgulamasıdır. Bu noktada, çağdaşı Henri Bergson’un süre (durée) kavramıyla yakın akrabalık hemen göze çarpar. Bergson’un zamana ilişkin felsefi önerisi, geçmişin bellekte silinmez biçimde varlığını sürdürdüğü ve şimdinin, geçmişin yoğunlaşmış hâli olduğu düşüncesine dayanır. Proust ise romanın örgüsünde bu felsefi fikri edebi bir deneyime dönüştürür. Yakalanan Zaman tam da bu yüzden, bir roman olmaktan öte, “zaman üzerine yazılmış bir felsefi tez” olarak da okunabilir.
Edebi estetik açısından bakıldığında Proust’un yönteminin, modernist edebiyatın diğer temsilcileriyle akraba olduğu görülür. James Joyce’un Ulysses’indeki bilinç akışı, Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’deki zaman-mekân oyunları ile Proust’un ayrıntı saplantısı aynı dönemin ürünüdür. Ancak Proust, onlardan farklı olarak zamanı yalnızca deneyimlenen bir akış değil, aynı zamanda kurtarılabilecek bir “estetik nesne” olarak kavrar. Bir kurabiye kırıntısından (meşhur madeleine sahnesi serinin ilk cildinde ortaya çıkar ama yankıları son kitaba kadar sürer) bir salondaki mobilyaların dizilişine kadar en küçük ayrıntı, hatıraları çağıran ve zamanı yakalayan bir anahtar olur. Yakalanan Zaman, bu anahtarların nasıl birer sanat eserine dönüştüğünün uzun ve sabırlı anlatısıdır.
Burada eserin ironik yönlerinden de söz etmek gerekir. Proust’un kahramanları, özellikle aristokrat çevreler, sosyal statülerini ve görgü kurallarını ciddiyetle korurken aslında zamana karşı son derece çaresizdirler. Balzac’ın insan komedyasındaki tipler gibi, Proust’un figürleri de tarihin küçük vitrininde sergilenen kuklalara dönüşür. Ancak Proust’un farkı, bu kuklaları iğneleyici bir alayla değil, neredeyse merhamet dolu bir sabırla gözlemlemesidir. Yine de okur, satırlar arasında, yazarın yüksek sosyeteye karşı ince ince işlediği ironiyi sezmeden edemez.
Yakalanan Zaman aynı zamanda sanata bir övgüdür. Proust, edebiyatın ve sanatın “kaybolmuş zamanı kurtarma” gücüne inanır. Freud’un bilinçdışı kavramıyla karşılaştırıldığında, Proust’un hafızası daha az travmatik, daha çok estetik bir kurtuluş alanıdır. Bellek, bastırılmışın geri dönüşü değil, kaybolmuşun yeniden keşfi olarak çalışır. Sanat da bu keşfi kalıcı hâle getirir. Bu nedenle, kitabın son bölümlerinde kahramanın kendi yazarlığını keşfetmesi, romanın öz-bilinçli bir tamamlanışı gibidir. Yazar, kahramanın kaleminde yeniden doğar; okur ise bu doğuma tanıklık eder.
Tarihsel bağlama bakarsak, Proust’un eseri Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıntılarıyla çevrelenmiş bir dönemde yazılmıştır. Avrupa’nın hızla değişen sosyopolitik yapısı, aristokrasinin çöküşü ve modern hayatın anonimleşmesi, eserde sürekli arka planda hissedilir. Norbert Elias’ın Uygarlık Sürecinde belirttiği üzere, modern toplumda bireylerin davranış kalıpları daha karmaşık ve çok katmanlı hale gelirken, Proust’un romanındaki salon hayatı bu dönüşümün son parıltılarını taşır. Bir bakıma, Yakalanan Zaman, yalnızca bireysel hafızanın değil, kültürel bir hafızanın da kapanış sahnesidir.
Bütün bunların yanında, kitabı eğlenceli kılan bir unsur da Proust’un anlatımındaki mizah ve abartıdır. Cümleler bazen bir paragraflık uzunlukta uzar gider; bir mobilyanın rengi, bir bakışın titremesi sayfalar boyunca incelenir. Okur kimi zaman “yeter artık!” diye haykırmak ister, ama ardından bu sabırlı detaycılığın büyüsüne kapılır. Nabokov’un dediği gibi, Proust’un üslubu “dünyanın en yavaş edebiyat treni”ne benzer: istasyonlarda uzun uzun oyalanır ama her durak bir hazineye dönüşür.
Yakalanan Zaman, edebiyatın zamana karşı koyma çabasının en görkemli örneklerinden biridir. Nietzsche’nin “sanat olmasaydı gerçeklik katlanılmaz olurdu” sözünü hatırlatan bir şekilde, Proust da sanat sayesinde hayatın geçiciliğini anlamlı kılar. Ölüm karşısında bireyin tek savunma hattı bellektir; belleğin ise sanat aracılığıyla kazandığı kalıcılık, bu romanın temel vaadidir.
Sonuç
Yakalanan Zaman yalnızca Proust’un değil, modern edebiyatın da zirve noktalarından biridir. Kitap, zamanı yakalamanın aslında mümkün olmadığını ama onun izlerini sanatla ebedîleştirebileceğimizi gösterir. Bu yüzden Proust’u okumak biraz sabır, biraz çaba, çokça da merak gerektirir. Ama karşılığında insan, yalnızca edebi bir şaheserle değil, kendi hayatının hafızasıyla da karşı karşıya kalır. Ve belki de Proust’un istediği tam olarak budur: Kitabı bitirdiğinizde, kendinize dönüp “Benim kayıp zamanım hangisi?” diye sormak.