ÇIĞLIK ATTIĞIMI SANMA
Frank Beauvais
2016'nın Nisan ve Kasım ayları arasında 400'den fazla film izledim. 45 yaşındayım.
Kuzey Vosges milli parkında yer alan Strazburg'a yaklaşık 50 km uzaklıktaki, küçük pitoresk bir Alsace köyündeki bir dairede, 6 yıl yaşadım. 7 ay önce, doğaya daha yakın olmak ve Paris'tekinden ekonomik olarak daha rahat yaşamak için buraya yerleşme kararı aldığımda partnerimden ayrıldım.
Daha önce burada kısa metrajlı bir film çektiğimden köyü biliyordum ve annem yeniden evlendikten sonra komşu bir köye taşınmıştı.
İnsanlar burada sardunya saksılarıyla süslenmiş camlarında perdelerin arkasından gizlenerek dışarıyı izler. Burada Alsas diyalekti hakimdir. Çok nadir Fransızca duyarım. Hatta o zaman bile dil, Almanca kelimelerle korkunç derecede kirletilmişti.
En yakın istasyon 3 km uzaklıkta, otobüs yok yerel dükkânlar yok ve hatta ATM 2 saatlik yürüyüş mesafesinde. Paris'ten uzakta bu sürgünü yaşıyorum. Burası doğasının bereketiyle, alışık olmayan gözlerin bölgede yaşayanların muhafazakâr Protestan tutuculuğunu görmesini engelliyor.
Çoğu burada büyümüş. Okul, futbol kulübü, buralı bir kızla evlilik, iş, aile, köy. Hemen yakındaki köyden bile olsan yabancısındır. Bölge sakinleri kocaman bahçeli evler inşa ya da restore ederler ne kadar temiz ve düzgün yaşadıklarını göstermek için. İyi yaşarlar.
Bölgedeki büyük şirketler hâlâ eleman alımı yapar. 500 kişi için 3 kilise vardır. Kültüre olan susuzluğu gidermek zordur. Genellikle pembe, tombul çocukların kullandığı bir kitap köşesi vardır. 20'den daha az yetişkin gider oraya.
Yazları, sayısız turist geçer camımın önünden. 45 dakikalarını eski mağara adamlarının yerleşim bölgesinde geçirirler.
Polka ve Alman hafif müzik esintilerinin hâkim olduğu birkaç dansları vardır. Bazen, 50 yıl öncesinde yaşadığını düşünürsün. Ya da 75 yıl öncesi.
Seçim sonuçları da tabii ki sakindir. Burada tanıştığım insanlar izole bir şekilde yaşamayı seviyorlar. İçe kapanmak akıllıca.
Alışverişler çok nadir olur. Dış dünyayla olan tek ilişkim annemle iki ayda bir yaptığım market alışverişi ve restoranda Pazar yemekleri en azından bana biraz insan teması sağlıyor. Kasım'da, bir arkadaşın filminde münzevi birini canlandırmıştım. Biz bitiremeden, Paris'te terörist saldırısı yaşandı. Ertesi gün, olağanüstü hâl ilan edildi. Yeni yıla girerken endişe, nefret ve korkuyla doluydum. Burada, paylaşmak şöyle dursun, fikir alışverişi yapacağım birisi bile yok. Buradan gitmem gerek, biliyorum.
Paris'e geri dönmek, dostlarımla ve iş arkadaşlarımla yeniden bir arada olmak. Bu maddi yönden imkansız.
Bu kış pek fazla soğuk değil. Birkaç yıldır böyle. Sadece üzücü ve kasvetli, hissiz ve gri. Öğlenleri bazen beliren ışık hüzmelerinin dışında. Ormanlar yapraksız, doğa donuk ve uykuda.
Evden nadiren çıkarım, ve çıktığımda bu yalnız gezgin hayallere dalmayı tercih eden bir ruh hâlinde olmaz. Kendisini aciz ve yaralı hisseder. Sarhoş yalnızlığın yavaş yavaş vertigoya dönüştüğünü keşfettim. Yalnız yaşamak; istediğim hızda yaşama keyfidir. Pek uyumam. Bana amade 18 saatim var. Günlük zorunluluklar hariç. Hayvanları ve kendimi doyurmak evi düzenli tutmak gibi. İnzivaya çekilişim bana birçok boş vakit sağladı. Uzun saatler okumak için fazla telaşlıyım. Ve kimseyle görüşmüyorum. Dış dünyayı görmüyorum. Onu gece gündüz izlediğim filmlerden yola çıkarak düşünmeye çalışıyorum. Neredeyse tek meşgalem.
İnternetten satış yapmayı saymazsak. Bu bana işler arası bir uğraş veriyor. Kırsal bir Vernon Subutex gibi. İnternette kayıtlar, DVD'ler ve kitaplar satıyorum. Haftada iki kez, tüm dünyaya teslimat yapıyorum. Sipariş formları basıyorum, paket yapıyorum, bantlıyorum, sarıyorum, mühürlüyorum, kargoluyorum.
Biraz zaman geçirtiyor. Yoksa günde 3, 4 hatta 5 film.
Ayrılmamızdan beri hız kazandı. Bugün her köşede DVD yığınları var. Binlercesi. Ve yıllar geçtikçe internette dişli bir film avcısı oldum. İllegal yüklemelerin benim için bir sırrı yoktu. Warez sitelerinden YouTube kanallarına. Merakımı cezbedeni seçiyorum. Erişme imkanım olmayan filmlerden hep izlemek istediklerime, en umulmadık keşiflere, telif hakları dışındaki sessiz filmler, Pre-Code Hollywood cevherleri, Sovyet sinemasının ilk zamanları, İskandinav erotik filmleri, giallo sineması, pembe sinema, Alman dramaları, 70'lerin Avrupa gerilim filmleri...
Ne olursa... Ve bırakamıyorum.
İndirdiklerimi grupluyorum, arşivliyorum, uyuyorum ve ertesi gün tekrar başlıyorum. Başkalarının filmlerinin pençesine düştüm ve tüm yazma, film çekme ve başka bir şey yapma isteğimi kaybettim. Evim hücre oldu, sığınağım hapishane. Ve başkalarının filmleri bir aynadan, pencereden başka bir şey değildi. Oturma odasındaki 3 kişilik koltuğun karşısında sürekli ekrana bakıyorum.
Yanımda bana bu duvarların arasında yaşadığım en zor anları acımasızca hatırlatan hayalet koltuk. Yaklaşık 3 yıl önceydi. Babam yaşadığı küçük dairede susuz bir şekilde bulunmuştu. Yalnız yaşıyordu. Hastanede geçen bir hafta ve pozitif sonuçlar. Sadece morali çok düşüktü. Onu 20 yılda yaklaşık 15 kez görmüştüm. Ergenlikte ona beslediğim nefret giderek sessizliğe, sonra kayıtsızlığa dönüştü. Evden ayrıldığımdan beri geçen 20 yılda onsuz büyüdüm, ya da ona düşman büyüdüm.
Kardeşlerim hâlâ onunla bazen görüşüyorlar, fakat ben iletişimimi kestim. Onunla seneler sonra tekrar görüşmeyi kabul ettim. Hakkında çok az bilgisi olduğu çocuklarına ve onunla sürekli çatışan en büyük oğlu olan bana yakınlaşmak istediğinde.
Uzun zaman birbirimizi yılda bir ya da iki kez gördük. Utangaç öğleden sonraları eski yaralarımızı açıp birbirimizi üzmemek için bir masa oyunu oynayıp neredeyse hiç konuşmazdık. Bu ender ama sıkıcı anlar bana iyi bir vicdan verdi. Bu soğuk buluşmalar ona iyi gelmiş olmalıydı ve ben de artık ona karşı gelme isteğini hissetmiyordum. Hastanedeki doktorlar onun bu depresif hâlinden endişelenerek onun bir bakım evinde kalması gerektiğini raporladılar ve eve yalnız dönmemesini tavsiye ettiler.
Giriş bir hafta yapılamadı. Kardeşlerim o esnada onunla ilgilenemediler ben de isteksizce onu eve almayı kabul ettim. İlk günler saklamakta zorlandığım bir şekilde rahatsız olmuştum. Uzun zamandır görüşmediğim ama sersemliği, inatçılığı, bezginliği, maçoluğu, pişmanlığı, sığlığı hiç değişmeyen bu donuk, kayıp babayı besleyip ilgilenmek...
Hiçbir ortak yanımın olmadığı bir baba. Benim babam.
Babam. Fransa Bisiklet Turu.
Babam. Demiryolu.
Babam. Geçit töreni. Akordiyon.
Babam, 'Que sera, sera'.
'Rahibin kızı' şarkısı.
Babam. Spor.
Le Douanier Rousseau.
Babam ve eski moda erkeklik, evlilik, babalık düşünceleri.
Babam. Hayvanlı TV programları.
Babam. Futbol.
Babam. Charlie Hebdo. Bahis.
Babam 1940'da doğdu. Alt orta sınıf.
Savaş sonrası doğum. Mütevazi hayalleri.
Çizginin dışına çıkınca ne derler korkusu.
Ay sonunu getirememek.
Babam. Memnuniyetsiz. Sert.
Bitkin.
Babam asla benim seçimlerimi desteklemedi.
"Sinema dünyasında herkes önüne gelenle yatar."
"Oyuncuların hepsi ibnedir."
Babam beni hiç desteklemedi.
Babam bana sadece o tiksindirici 'Frankus' lakabını taktı.
Babam hastanede bana sarılmak ve asla demediği şeyi söylemek istedi. Beni sevdiğini.
Babam. Benim zıttım.
Gereken çabayı gösteriyorum. Ama sohbetler duraksıyor ve çabuk tükeniyor. Zaman yavaşlıyor, dakikalar tonlarca ağır ilerliyor. Izdırabı, Scrabble oyununa ya da TV programlarına konsantre olarak zaman geçirmesine engel oluyor. Çaresiz. Az uyuyor. İlaçlarını karıştırıyor. Bizden çok erken uyanıyor. Kısır döngü. Beden dili içindeki çalkantıyı ele veriyor. Bir şeylerin yanlış olduğunu biliyor. Psikiyatrik tedaviye karşı geliyor. Rahatlayacak zamanı bekliyorum, zamanın geçmesini beni yıkıp geçen bu sorumluluğu üstümden atacağım zamanı...
En sıkıntılı şey akşam vakitleri. 4. ya da 5. gün, onun Charles Vanel'a duyduğu hayranlığı hatırlıyorum. Diğer sevdiği isimler gibi ataerkil bir figür. Gabin, Bourvil, Pierre Fresnay, Noël-Noël. Grémillon'un "Gökyüzü Senin" filmini sever diye düşünüyorum. Onun çocukluğundan bir film. 30 dakika sonra önceki gecelerin aksine koltuğunda hâlâ uyanık.
Takip ediyor görünüyor. İlgisini çeken ya da en azından onu tamamen duyarsız bırakmayacak bir şey bulduğuma seviniyorum. Sevdiğim bir filmi babamla paylaşıyorum. Bu bir ilk. Bacakları aniden yükselerek kasıldığında ne olduğunu hemen anlamıyorum. Mekanik hareketler tekrarlıyor. Kolları da havada çırpınmaya başlıyor. Arkadaşım bunun bir rahatsızlık olduğunu söylüyor ve ona doğru koşuyor. Sonunda anlıyorum. Kasılıp kalıyorum. Ekranda, Madeleine Renaud çıkıp gidiyor. Babam bilincini kaybediyor.
Ben tepki veremiyorum. Arkadaşım onunla ilgileniyor. Kendine gelsin diye yanaklarına vuruyor. Buzlu su. Onu yere yatırıyor. Arkadaşım babamın göğsüne bastırıyor. Çaresizce kollarına tutunuyorum. Konuşmaya çalışıyorum. Ambulansa ihtiyacımız oluyor. Yarım saat sürüyor. Babam gözlerini kısa bir anlığına açıyor. Anlaşılmayan sözler söylüyor. Beni tanıyor, hatırlaması zor birkaç kelime söylüyor.
"Direnmenin anlamı yok. Gitmek zorundaysan gitmelisin." Tekrar kendinden geçiyor. Ve bir daha geri dönmüyor.
Bitti. Evime ölmek için geldi. Gözlerimin önünde, kollarımda bir adamın ölüşünü gördüm. Anlamıyorum.
Öfkeliyim. Son sözleri özellikle beni daha da öfkelendiriyor. Neden ben? Neden burada? Neden şimdi? Ve neden film izlerken öldü? Neden "Gökyüzü Senindir" filmi? Aylarca o sahneyi yeniden yaşadım. Her filmin karşısında 100 kez öleceğimi sandım. Gergin tepkiler, göğüs sıkışması el ve ayak parmaklarında keskin sızılar. Sıradakinin ben olduğuma dair bu absürt, rahat vermeyen fikir izleyiciliğin şimdi ölümle bağdaşması. Ama yine hâlâ bırakamadım.
Neredeyse 3 sene sonra, Nisan 2016, ve ben hâlâ bununla meşgulüm.
Napolyonik rejimin asla yürürlükten kalkmadığı Alsas'ta kilise resmî olarak devletten ayrı değildir. İnsanlar gururdan ve geleneklere duyulan kutsal saygıdan dolayı bunun çağ dışı tek yapı hâlini hararetle savunurlar. Din bilgisi okullarda hâlâ öğretiliyor. Bir rahibin parasının vergi mükellefleri tarafından ödenmesi normal görülüyor. Bu hükümsüz statülerinin sağladığı iki ek tatili savunmaya hazırlar. 26 Aralık'ta ya da Kutsal Cuma günü çalışmazlar. Hiçbir reform bu yerel imtiyazı değiştiremedi. Paskalya, 2. bir Noel gibi yaşanır. Kuzu bacağının etrafında yapılan tiksindirici aile buluşmaları. Yumurta avcılığı görevi büyükler tarafından en genç üyeye verilir. Onlara, kabilesel atacılık ve geçmişe yönelik değişmez saygıdan dolayı 'büyükler' denir. Hepsi yemek içmek ve son bir kadeh devirmek için fırsattır.
Çünkü "boş gün kazandık." Refah içindeki yaşamımızla hava atmak ve sarı yumurtaları bulmak için. Kutsal günlerle, geleneklerle ya da saygınlığıyla dalga geçmiyorum. Şahsen benim kutlayacak bir şeyim yok, özellikle de İsa'nın dirilişini.
Günler uzuyor, hava usulca ısınıyor. Bahar. Her yıl olduğu gibi, çimler yeniden yeşeriyor. Kuşlar ve karahindibalar ortaya çıkıyor. Dolaptan sepetimi çıkarıyor ve Sarah Jane için yeşillik topluyorum. Köye geldikten kısa bir süre sonra balkonuma koyduğum tavşanım için. Günde en az bir kere dışarı çıkmak için bunu yapıyorum. Temiz hava almak ve kendimle yüzleşmekten kaçınmak için çılgınca yaptığım bu işlere ara vermek amacıyla.
Yıllardır bir şey yazamıyorum. Bu nedenle meşgul olmamak tahammül edilemez bir his. Yaptığım her şeyi bir iş farz ederek tembellik hissinden kaçınıyorum. Kayıtlarımı gruplamak, çamaşırları katlamak, yemek hazırlamak, film izlemek...
Biliyorum ki sıkıcılık yalnızlığıma ortak olursa bundan keyif almaya devam edemem. Günlük rutinimin doldurduğu boşluklar tekrar belirebilir. Uyandığımda aynada gördüğüm bu yüze bakmak zorunda kalabilirim. 40 yaşlarında yalnız, şişik suratlı, kan çanağı dönmüş gözleri olan yumuşak tenli, kaslı ve göbekli biri.
Günün ilk kederi. Hak ettiğim yüz bu mu? Ne anlama geliyor peki? Başarısızlıklarım? İçsel çatışmalarım? 20 yıl uykusuz geçen geceler? Zaaflarım? Bağımlılıklarım? Vazgeçişlerim? Blake Edwards filmlerindeki trajikomik bir karaktere dönüştüğümü hissediyorum. Aniden çıkan orta yaş kriziyle boğuşan ikinci bahar yerine gamsız kaybolmuş bir gençlik arayışıyla zavallı yalanlar ve anlamsız işler labirentine koşan ufak bir adam.
Ama onları severiz, çünkü tüm korkaklıklarına rağmen onları hayal eden ve bocalamalarını izleyen kişinin şefkatli acımasızlığıyla yaratılırlar. Bu kurgu karakterler her zaman dört ayak üstüne düşerler.
Bana ise kimse bakmaz. Aynadaki aksim bende hiçbir hoşgörü uyandırmıyor. Ben de panjurları kapatıp tekrar ekranımın başına dönüyorum. Hayat yansımalarının en harika göründüğü o muhteşem saplantılar diyarına.
Ülke, gazeteler, haberler, özellikle şehirler istasyonlar, havaalanları, yönetimler, tiyatrolar hepsi hâlâ olağanüstü hâlde. Gücü elinde bulunduranlar daimî müttefiklerini kullanıyorlar.
Korkuyu, polis gücü kullanmayı, askerî denetimi ve saldırıyı. Görev anlayışı ve vatandaşların gözetilmesi talebiyle güvensizlik, kuşku ve tehdit ortamını körüklüyorlar ve eskimiş Cumhuriyetçi değerler palavralarını suistimal ediyorlar. Denetleyiciler sekülarizmi, ulusal egemenliği özgürlüğü ellerinde oyuncak ediyorlar. Ortalıkta fikirler dönmüyor; duvarlar, paravanlar, korkuluklar, putlar dönüyor.
Hiç kimseyle konuşmadığım bu köyde, güvenlik endişesi hissedilmez. Görebileceğiniz tek üniformalılar ve yanıp sönen ışıklar itfaiyeye ya da komşular arası kavgayı ayırmaya veya intihar kaydı tutmaya gelen polise aittir. İnsanlar başka yerlerdekinden daha çok burada kendilerini asıp her şeyi sonlandırmayı seçerler.
Tüm Fransa'da olduğu gibi Strazburg'da da insanlar geceleri çıkıp uyguladığı tek yöntem kapitalizm olan zayıflamış devlete tepki göstermeye başladılar. Bu tartışmalar ilgimi çekiyordu, hatta bazen daha yakından araştırmayı düşünüyordum. Ben elbette zengin egemenliği ve adam kayırmayı sürdürmektense çıkarcı diktatörlüğe direnişi destekliyorum.
Eylemciler her zaman ilgimi çekmiştir. Ama toplu hareketlere ve grup ideolojilerine olan güvensizliğim derhal öne geçer. Bilgisayarımdan "Gece Ayakta" eyleminin gelişmelerini ve birkaç arkadaşın coşkulu yorumlarını takip ediyorum. Ama biliyorum ki ben buna ait değilim ve bu boşuna bir mücadele. Gidenleri, sadece gözlemci olanları ve birkaç dahil olan kişiyi sorguluyorum ama yakın arkadaşlarım bu konuda oybirliğiyle şüpheciler. Bastırılabileceğini dikkatle izliyor tartışmaların bu toy tarafsızlığıyla ve gösterilerin ortasında beliren sosisli sandviç tezgâhlarıyla dalga geçiyorduk.
Benim onayım ve desteğim teorik, sessiz ve etkisiz kaldı. Belki de bu protestonun çok mülayim, çok uzlaşmacı olduğunu düşünüyordum. Kendimi bu yakınından bile geçmediğimiz devrim için çok yaşlı vazgeçmek içinse çok genç hissediyordum. Şüphenin ve suskun öfkenin tarafsız toprağındaydım. Kayıp, kırgın, olayların sınırında ve muhtemelen de gerisinde.
Ayın sonunda Paris'e gidiyorum. Bana iyi geliyor. Her varışımda bana bu birbirinden farklı onlarca insanın arasına karışmanın yepyeni keyfini sunuyor. Aynı estetik mutluluk anını her seferinde hissediyorum. Herkes farklılıklarıyla çok güzel. Ten renkleriyle, kıyafetleriyle, yürüyüşleriyle, davranışlarıyla. Paris sokaklarında farklılıklarıyla ve acayiplikleriyle gezerler. Sanki herkesin içindeki müzik eşsiz ve sadece ben fark edebiliyormuşum gibi.
Köyde neredeyse herkes aynı görünüşe fizyonomiye ve yürüyüşe sahip. Neredeyse şu yeni üniformalı gözcü askerleri unutuyordum. Omuzlarında makineli tüfek ve tasmalı köpekleriyle istasyon platformunu arşınlıyorlar.
Prince ben vardığım gün ölüyor. Onun ergenlik fantezilerimdeki özel yerini hatırlıyorum. Bu seksi varlığın neden olduğu tahriği fırfırlı gömleklerini mor rengini ve siyah, heyecanlı, vahşi gözlerini.
Sonra akşam eğlenceleri, içkiler, yemekler... Kendimi öncelikle eski arkadaşları görmenin mutluluğuna bırakıyorum. Yanında zamanın akıp gittiği kişilerle tartışmaların kolay ve anlaşılır ortak referans ve görüş birliğinin olduğu kişiler.
Paris'in Montmartre Mezarlığı'na ve Sacha Guitry'nin mezarına çıkan en küçük caddelerinden birindeki eski evimde bir haftamı eski bir sevgiliyle geçiriyorum. Kırsal kesimin münzevi ritmini bozuyorum. Burada filmler yok, zorunluluklar yok. Geceler akıp gidiyor içerek. Öğleden sonraları mutfakta yavaş geçiyor nihayet biraz okuyarak. Eski sevgilimin oda arkadaşı bana taşınmaya niyetli olduğunu söylüyor. En geç sonbaharda, o çıkınca onun odasını alacağıma karar veriliyor. Kira Paris için gayet makul. Ama benim için çok pahalı.
Fakat tünelin sonunda bir ışık görüyorum. Işığı takip edeceğim, gideceğim.
Aşırılıklardan yorgun, Alsas'a dönüyorum ve kendimi sessiz monotonluğun ani dönüşünün kollarında buluyorum. En başta, kendi hayaletlerimle konuştuğum bu yerden ayrılma fikriyle yeniden canlanıyorum. Ekonomik açıdan çok maceraperest olsa bile gitme kararı aldığım için rahatlıyorum. Ama her zaman olduğu gibi, başlangıçtaki heves yerini çok çabuk kaygıya ve vertigoya bırakıyor...
Yapılması gereken onca işle yüzleştiğin zaman. Yıllar boyunca çok sayıda eşya ve nesne biriktirdim. Ve takıntılı huyum nedeniyle binlerce kitap, plak, CD ve DVD'ler arasında boğuldum. O kadar ki tavan arasını gittikçe işgal ettim. 100 metrekareden 20'ye geçmek… Her şeyi yanımda götüremem.
Bu nesnelere bağlanışım ve kendimi bu filmler, şarkılar, sayfalar arasına gömerek gönüllü bir rehine oluşum arasında bir çatışma doğacak. Stockholm sendromum. Onlar, gerçek ve mecaz anlamda, yıkılması gereken duvarlar, surlar, piramitlerdi.
Ama bu acı verici fedakarlığın gerekli olduğuna inanıyorum. Kendimi sahip olduğum şeylerle tanımlamıyorum. Benim kişiliğim raflarımdaki eşyalardan oluşmuyor. Üstümdeki bu ağırlığı atarak tekrar yüzeye, gün ışığına çıkmam gerek ama gün ışığı bile bana çok cansız geliyor.
Bu zorunlu fazlalıklardan kurtulma eylemi, tüm bu kültür karmaşasından kurtaracak ve gerçekten değer verdiklerim kalacak. Vazgeçilmez veya gereksiz, zorunlu veya dekoratif nesneler arasında seçim yapmak. Bu sürecin zor olacağını biliyorum. Şanslıyım ki birkaç ayım var. Metreküplere bölerek başlamaya karar veriyorum. Duygusallığa ya da kendimi kandırmaya yer vermeden acımasızca azaltıyorum. Çok düşük fiyata bile olsa internette satıyorum taşınma nedeniyle kenara biraz para koymak için. Barok müzikleri, Marguerite Duras'ı Cecil de Mille'i arkadaşlara veriyorum. Okumayacağım kitapları kütüphaneye bağışlıyorum. Sınırlardan, küçük ve değersiz şeylerden kurtuluyorum. Kolilere, enerjiye, muhakeme yetisine ve zamana ihtiyacım var. Deniyorum. Temizlemek ve filmler arasında gidip geliyorum. İyi günümdeysem, ilerleme kaydediyorum. Kötü günümdeysem, işlerin sadece Dantevari yönünü görüyorum.
Karadaki bir Sisifos gibi. Bir kayıktan su boşaltıyormuş gibi. Penceremde, Mayıs ayında hava sıcaklığı yükselmeye zorlanıyor. Yağmur hiç durmuyor. Islak ormanlar ve yollar gece gündüz her 15 dakikada bir çalan çanlar 2. kattaki evime kadar ulaşıyor. Kendimi bu ışıksız ve sohbetsiz, birbirini kovalayan günlere teslim ediyorum.
Tek diyaloğum sosyal medyadaki benim gibi uyuyamayan insanlarla. Günün son filminden sonra, gece 1'de zihnimi müzikle, bira ve sigarayla uyuşturuyorum. Çok fazla kafa yormamak ve rahatlamak için, başka şeyler düşünmek, konuşmak, oynamak, film indirmek ertesi günün de bir öncekinin aynısı olacağını unutmak.
Gün doğarken yatağa giriyorum. Rüyasız bir uykunun nihayet pençesine düşüyorum. Mükemmel olmayan bir gün daha. Hep aynı geçen günlük rutinimi bozacak hiçbir şey yok. Ekran, klavye, paketler, koliler kedi, tavşan, yalnız akşam yemeği.
Yağmur yağıyor. Virginie Despentes okuyorum.
Yağmur yağıyor. Festival seçkilerinden Amerikan filmleri izliyorum.
Yağmur yağıyor. Rap müzik dinliyorum. Dooz Kawa, Les Chevals Hongrois, Lucio Bukowski'den keyif alıyorum.
Müzik beni zorluyor, dünyanın gözünün içine bakmak üzücü gözlemler, şiirsel hayranlıklar, ve ışık arayışı arasında bocalıyorum.
Bir gün, birkaç Portekizli yönetmen arkadaşımdan telefon alıyorum. Çok uzakta değiller, Lizbon'a geri dönüyorlar ve ziyarete karar veriyorlar. 2 saatten daha az zamanda mutfağımda 2 João beliriyor. Hava nazik bir şekilde açıyor. Birlikte son filmlerinin zorlu çekimlerini tartışıyor, yiyor içiyoruz. Yağmurlu ormanda yürüyoruz. Kuşları seyrediyoruz, nane topluyoruz. Onları yürüyüşten sonraki hazırlıksız kokteyllerimizde kullanıyoruz. Ne yazık ki çok erken sona eren empati, fantezi ve şakalardan oluşan hassas bir zaman dilimi.
Çekmek istediğim filmi düşünüyor ve taslaktan ötesine geçmeye çalışıyorum. Süreğen formatta bir günlük olacağa benziyor. Kelimelerimin yerindeliğini ve yaklaşımımın uygunluğunu sorguluyorum. Birinci tekil şahıs kullanmak. Çok kibirli olmaz mı? Sabır gösteremediğimden ve ruhsal gözlemciliğe dalmaya korktuğumdan sadece birkaç günlüğüne günlük tutmuştum. Kendi varoluşumu ve çağımı vurgulayan olayları yayınlayıp analiz edecek perspektifleri bulamamaktan korkuyordum. Yavanlık, narsistlik, kibir, kendini kandırmak, kendine acımak bu janrın muhtemel kötü yanı olacaktı. Bunlardan nasıl kaçınabilirdim?
Peki sindirdiğim bunca görüntünün kullanılmasına dayalı bu proje benim hasta aklımın sine-deliliğini aklaması için Makyavelist bir kurgu saklamıyor mu? Bu projeyi daha az pasif olma ve film doymazlığımı dinamik ve bereketli bir işe dönüştürme fikriyle oluşturuyorum.
Ama ben kötü alışkanlığını bırakmayıp onu gözlemlemeye ve üzerine yorum yapmaya karar veren bir bağımlı gibiyim. Başka bir perspektiften izlemek sadece bir yanılgı mı peki? Bu proje bağımlılığımı sürdürmeyi sağlıyor. Belki de bu bağımlılığı arttırmayı. Kendimi filmlerin, bu rezil dünyanın karşısındaki estetik bir duvarın tehlikeli cazibesinden nasıl koruyacağım? Kendimi şu an yapılacak en önemli şeyin bu soruları sormak ama cevaplamamak olduğuna ikna ediyorum. Şans işte, yapamıyorum.
Folklorun kimlikle uyum içinde olduğu vadimde kültürel etkinlikler denilen olaylar buradaki diyalektle oynanan teatral komedilerden veya hasat festivalinden ibaret.
Kariyerini takip ettiğim Françoiz Breut'ün konserini keşfedişimle şaşırıyorum. Açılış sahnesi, takip ettiğim bir başka yerel blues şarkıcısıyla gerçekleşiyor.
Bunların hepsi gittiğimi hiç hatırlamadığım uzak bir köyde gerçekleşiyor. Oraya annemle gidiyorum. Akşamları mucizevi bir şekilde ılıman ve aydınlık geçiyor. Açık havada sahne alıyorlar. Ağır ağır batan güneşin parıltılı hâle getirdiği tepelik araziyi arka fon olarak kullanıyorlarç Kalabalık dikkatle izliyor, mutlu ve mütevazı. Sokak çocukları umarsızca sahnenin önündeki çimlerde geziniyor. Gece yarısından sonraya sarkabilen bu etkinlik mutluluk verici bir istisna. Sanki başka bir yer ve başka bir zamanda gibi. Françoiz Breut "Ecran Total" şarkısını söylemiyor. Birkaç gün önce dinlemiştim. Şöyle başlıyor...
"Gözlerindeki yansımada parlıyor, uçurumda bir ışık arıyor."
"İllüzyonlarla dolu görünüyor, ekrana sabitlenmiş gözleri."
Yeniden ekranıma dönüyorum. 3 günde 100 Sovyet filmi indiriyorum ve kendimi Doğu Alman filmlerine kaptırıyorum. Komünist sinemaya olan ilgim muhtemelen karakterlerinin toplumdaki yerini görevini ve kolektif bir ütopyadaki faydasını sorgulayışından geliyor. Güç ve çalışma mekanizmasını, yetki kullanımını eğitimi ve tarih aktarımını sorguluyorlar. Doğu'nun kahramanı dünyayla diyalektik bir ilişki içerisinde. Eşitlikçi bir toplum üretmesi gereken bir çark gibi. Bir idealin hırsıyla hareket ediyor. Bu figürün ideolojik bir öğretiden doğduğu gerçeğini pek umursamıyorum. Asaleti onu benim için diğer sığ zevk düşkünlükleriyle resmedilen batılı karakterlerden daha cana yakın yapıyor. Öteki kendini vatandaşlığıyla tanımlamaz. Hepsinden öte, kendi eşsizliğini savunur. Sıradan olmadığını düşünür. İlki hayal eder ve üretir, diğeri tüketir.
Haziran'ın başı burada genellikle fırtınalı geçer. Bir gece köyün tepesinden bir kaya birkaç yıl önce yakınlarda çekim yaparken ekibimi silahla tehdit etmiş bir komşunun evinin çatısına düştü. Bu olay beni güldürmüştü.
Yeni bir bilgisayar aldım, 3 gün içinde virüs bulaştırdım. Sonbaharda yanına taşınacağım eski sevgilim bana yardım etti. Programları yeniden yükleyerek, USB portlarını temizleyerek, format atarak, uzman forumlarda soru sorarak bir hafta geçirdik. Ve yiyip içerek. Ve film izleyerek.
Son birkaç günün haberini kusmak istiyorum. Titian ve Pasolini toprakları arasında gerçekleşti. "Kavgam" kitabını şimdi her yerden satın alabiliyorsunuz. İnsanları pek etkilemiyor artık. Her şey güzel. Florida'da bir fanatik, gey kulübündeki 50 kişiyi vurdu.
Her geçen gün acımasızca beni içeride tutacak ve sosyal otizmimi körükleyecek yeni bir hayret, ümitsizlik ve yas getiriyor. Yenilginin ve vazgeçişin eşiğindeyim.
Ama içimde bir şey çığlık atıyor. Sağır edici. Arkadaşım ve ben Paris'e dönüyoruz. Beni bu yolculuğu ortak araba bularak yapmaya zorluyor. Kendime sakinleştiriciler alarak uyuyor taklidi yapacağımı söylüyorum. Eşyalarımızı bizden pek de yaşlı olmayan bir sürücünün golf sopalarının yanına koyar koymaz onun bu yeni ekonomik işleyişten memnun olduğunu hissediyorum.
Arabada sigara içmiyor. Bir girişim projesi var ve standartlaşmış dünya müziği dinliyor. Konuşuyor, çünkü bu ortak araç kullanımında farklı insanlarla tanışılır. Karısıyla ve çocuklarıyla, kararlılığıyla başarısıyla, yurt dışı seyahatleriyle övünüyor. "Ben bir otel zincirine uygulama satıyorum. Müşterilerin hareketlerini ve satın alma eğilimlerini tespit edip onları etkiliyor."
"Ya siz ne iş yapıyorsunuz?"
Sessiz kalıyor ve dilimi tutuyorum. Aklımdan yakın zamanda keşfettiğim Zippo'nun bir şarkısının sözleri geçiyor; ”Şimdi bir baltam var."
İnsanlar vardığımızda Boulevard de Clichy'de bağırıyorlardı. Neredeyse o an, belediye tarafından bir futbol maçı için düzenlenmiş dev ekran önünde bağıran sarhoş kalabalığı görünce döndüğüme pişman oluyorum. Bu kalabalık toplanma olağanüstü hâli pek ihlal etmiyor. Sanırım dizginleri biraz gevşetmek gerek.
Çatışmaları bastıran, dikkatleri başka yöne çeken ve "Hepimiz birlikteyiz" illüzyonu yaratan futboldan iyisi olamaz. Yararlı bir dikkat dağıtıcı. Boyalı yüzlerin gürültülü kalabalığının arasında valizimi sürüklüyorum. Fransız futbolu. Toplu coşku, zaferle övünen budalalık, bira sarhoşu şovenizm. Taraftarın görkemi!
Tüm hafta boyunca pencereyi açtığımda geceleri yayılan sidik ve kusmuğun leş kokusunu içime çekiyorum. Tüm hafta boyunca, müstehcen şarkılar, kavgalar, hakaretler, çığlıklar uykumu bölen şiddet feryatları. Taşınmam Ekim'de olacağı için, şimdi kararımı gözden geçiriyorum. O düşman köyde yaşamanın, bu mutlu görünen üzgün kalabalığın arasında yaşamaktan daha iyi olup olmayacağını sorguluyorum.
Bu genelleme isteğine karşı koyuyorum ama bu tamamını anlatmıyor. 14 Haziran İş Yasası karşıtlarının dalgalandırdığı üç renkli bayrak değil seçmenleri ve vatandaşlarını kaygısızca hor gören devletin liberal aşırılıklarını zapt etme isteğiydi.
Bazıları hâlâ politik kadrolar tarafından küçümseyici bir şekilde aşağılanmaktan işverenler tarafından kullanılmaktan ve büyük şirketlere itaat etmekten, çiğnenmiş haklarını savunmak için karşı geliyor. Bundan 60 yıl önce Huxley'nin Cesur Yeni Dünya'sına direnenlere cop, biber gazı ve tomalarla karşılık veriyorlar. Çevik kuvvetin okşayış şekli. Tembel ve vazgeçmiş biri olarak bu çatışmaların sonucundan bir umudum yok.
Gösterilere yatağımdan destek veriyorum. Kara Blok'un yarattığı kaosa seviniyorum. Yanmış bankaların, taşlanmış polis merkezlerinin yeni bir itaatsizliğin hayalini kuruyorum.
Birkaç gün sonra sosyal medyada tanımadığım bir arkadaşın paylaştığı Hermann Hesse'ye ait bir söz görüyorum.
"Ruhum güçlü duyguları, güçlü heyecanları yaşamaya yönelik şiddetli bir istekle yanıp tutuşuyor, gönlüm bu renksiz, sığ, belli normlara uydurulup sterilize edilmiş yaşama ateş püskürüyor. Bir şeyi, örneğin bir mağazayı, bir katedrali ya da kendimi kırıp dökmek, pervasızca aptallıklara kalkışmak, önlerinde el pençe divan durulan saygıdeğer beylerin başlarından peruklarını sıyırıp almak, birkaç asi okul öğrencisinin eline gezi bileti tutuşturmak ya da burjuva temsilcilerinin kafalarını koparmak için çılgınca bir heves duyuyorum. Çünkü her şeyden çok nefret edip lanetlediğim şey bu hoşnutluktu, bu sağlıklı durum, bu rahatlık burjuva sınıfının bu özenli iyimserliği bu zengin ve bereketli sıradan vasatlıktı."
Köye geri dönüyorum. Raflar, yavaşça, çok yavaşça boşalıyor. Eşyalar azalmak bilmiyor. Filmler arasında yerimde sayıp duruyorum. Lizbonlu arkadaşlarımın sergilerinin açılışı için hazırlamamı istedikleri müziğin üstünde çalışıyorum. Portekiz'e davet pek yerinde olurdu; eğer bu seyahatin bana anksiyete yaşatmayacağını bilsem.
Diş ağrım başlayacak gibi. Her geçen gün daha da kötüleşiyor. Somatizasyon? Hastalık hastalığı? Bedenimin ve zihnimin anksiyeteye verdiği tepkileri biliyorum. Hafif bir ağrı hissediyorum ama neredeyse patlayacakmış gibi. Ağrıyı azaltmasını umarak ağrı kesiciler alıyorum.
Bu seyahat adeta bir macera. Bir sahil kasabasına arabaya ve trene binerek varıp, geceyi Strazburg'da geçirip sonra da uyumadan sabah otobüsüyle Alman havaalanına gidip oradan Porto'ya uçmak. Nihayet arkadaşlarımla buluşmadan önce bir yarım saat de metro. Açılış öncesindeki son problemlere tamamen gömülmüş vaziyette. Ben ayrılmadan, orada kaldığım süre zarfında, 3 Haziran'da Türkiye ve Irak'ta, 5 Haziran'da ise Suriye'de bombalı saldırı oldu.
Güneşte yayılıp tembellik etme ya da caddelerde gezinme isteğim yok. Müzik zamanı gelene kadar otel odamda saatlerce okuyorum. Arkadaşlarımın sinematografik evrenini anlatan bir derleme yapmıştım. David Mansfield tarafından bestelenmiş "Heaven's Gate" adlı valsi çalıyorum...
Yönetmenin dünyası ona idolleştirmeden saygı duyan arkadaşlarımınkinden farklı ama bu vals rüzgârlı Portekiz alacakaranlığının melankolisine aitmiş gibi geliyor. Kutlama sona eriyor. Bittiğine seviniyorum. Kaygılarıma ve tecrübesizliğime rağmen arkadaşlarımı gördüğüme mutluyum. Birkaç yeni yüzle tanıştırıldım.
Son içkimi içiyorum. Telefonumu tekrar açıyorum. Haberlere göz atarken birden Michael Cimino'nun öldüğü haberini okuyorum. Bu talihsiz bir ironi. Kaderin zalim bir cilvesi. Bu rastlantı beni rahatsız ediyor.
Ertesi gün Lizbon'a geri dönüyoruz. Arkadaşlarımla zaman geçirmeyi seviyorum ama bu tatilin keyfini çıkaramıyorum. Dişlerim ağrıyor, bir sürü ilaç alıyorum. Odamdan yalnızca ev sahiplerine ayıp olmasın diye çıkıyorum.
Ölüm bu yaz her yerden vuruyor, kötü bir başlangıç. Abbas Kiyarüstemi ölüyor sonra.
"Yolcu" filmini hatırlıyorum bir gece metroya, caddelere ve meydanlara doluşan futbol taraftarlarını yararak geçerken. Bu galeyana gelmiş kalabalık, sıcak bira ve testesteron kokusu arasında feryat eden birine göre daha az aykırı görünüyor.
Paris semaları altında 2 hafta öncesi. Jean Renoir'ın "Night at the Crossroads" filmini keşfediyoruz Lizbon Sinematek'te. Ve ben o gece kaplumbağaları ve uyku ilaçlarını görüyorum rüyamda. Dönüş yolunda bir yetişkin gibi davranıyorum.
Bir dişçiye gidiyorum. Dezenfekte ediyor, plakları temizliyor, oyuyor, inceliyor, kaplıyor. Dişsizler kervanına katılmamak için taşınma masrafını görsün diye kenarda biriktirdiğim paramı taşınana kadar sürecek haftalık dişçi randevularına feda ediyorum.
14 Haziran'da, köyün bit pazarı değişmeyen biçimde yeniden kuruluyor. Bu uyku düzeniyle, ilk tezgâhların kurulduğu şafak vakti ben hâlâ yatağa girmedim. Gece geç saatlere kadar çalışacak bar günün ilk içkicilerine hizmete başlıyor. Uzanıyorum, kapalı camlar ve panjurlarımla gürültüden korunaklı bir biçimde. Birkaç saat sonra sanki kafamın içinde bir böcek bulutu varmışçasına uğultulu bir sesle uyanıyorum. Camları açtığımda bir insan selinin ayaklarımın dibine aktığını görüyorum. Tezgâhlar arası mekik dokuyan müzisyenlerin neden olduğu bu uyumsuz senfoni. Lakırdılarla, nidalarla, yüksek bağırışlarla gürüldeyen bir sel. Cüzdanlar her tarafta açılıyor. Nesneler ikinci bir hayat beklentisiyle değerlendirilip, pazarlık ediliyor. Kir ve tozun içine gömülmüş bir indirim avına çıkıyorlar. Kullanışlı objeler, kutsal bir tespih, Rönesans dönemi bebek arabası, kırıntılar altında tanınmayan bir başyapıt. Deneyimli bir satıcı, bakışları gözü eksik bir bebeğe ya da bacağı eksik bir tabureye takılan her insana her biblo için yeni bir mitoloji üretiyor. Ara sıra bir çocuğa "bunu hak ettin" diyerek tokat atılıyor ve sonrasında çocuk ağıtları. Ya da aniden yükselen ve kulaklarıma ulaşan mide bulandırıcı bir akordiyon sesi. Eğer aylarca beraber yaşadığım insanlar buysa, neden yalnızlığımı sonlandırayım?
Panjurları kapatıp oturma odasını güven veren bir karanlıkla kaplıyorum, Ama bu eğreti koruma kalkanı dışarıdaki gürültüyü susturmakta zorlanıyor. Bilgisayara geçiyorum, kulaklıklarımı takıp sesi açıyorum, bir tütün sarıp kendimi müziğe bırakıyorum. Sanal gezintilerimde yeni müzikler dinliyor, klipler izliyorum. Ve tam ruh hâlime uyan 3 yıllık bir şarkı buluyorum. Beni her tatilde içine çeken kızgın, sinirli ruh hâlime. Bu ulusal tatiller insanlar dışarıda gezip yürürken daha da can sıkıcı oluyor. Gurur günleri ve tarihî memnuniyet.
Şarkı Gontard'dan "La France des Epiciers". Sözleri şöyle: "Gördün mü dede? Bize aynı oyuncakları verdiler. Din, bencillik ve zafer. Prime time'da işlenen suçlar, raydan çıkmış trenler. Ve tüm bu bayrak üzerinden yapılan fetiş. Bir bez parçasına neden tapılır ki?" 2, 3, 4 kere dinliyorum. Sözlerdeki ilk hislerimi ve tecrübemi atlatabilmek için. Sözlerle ve yaşadığım gün arasında beklenmedik bir benzerlik var. Facebook duvarıma sabitlemeye karar veriyorum. Birkaç saat sonra nohut salatası yapıyorum ve annemlere gidip onları tadına bakmaları için davet ediyorum.
O gece birisi kapımı çalıyor. Eskiden tanıdığım bir arkadaş. Uzun zamandır görüşmüyorduk. Gülerek ve biraz da sarhoş, gitmeden önce kaybettiğimiz zamanları telafi ediyoruz. Bira ve brandy içiyoruz. Ben sohbete arada katılıyorum, ama çoğunlukla onun konuşmasına izin veriyorum. Kendini konuşurken dinlemeyi seviyor. Sarhoşluk ise beni dinlemeye razı ediyor. Gün doğmadan hemen önce sendeleyerek gidiyor.
Birkaç dakika öncesinde bilgisayarıma bakıyorum ve Nice'teki terör saldırısını görüyorum. Bastille Günü kutlamalarına katılan birini tanıdığımı sanmıyorum, hem de Riviera'da. Ve kafam dumanlı, uzandığım yerde sızıp kalıyorum. Her tarafım tutulmuş uyanıyorum.
Haber sitelerinin servis ettiği görüntülere bakmayı reddediyorum. Ansızın gözümde ilerleyen günlerde önümüze sunacakları absürt bağlantılar, duygu manipülasyonları acı, cesetler, hemoglobin gözyaşları ve öfke canlanıyor. Yanına Fransız bayrağının konulacağı sıra sıra portreler. Parçalanmış bir ülkeyi bir araya getiren bir yas. Hepimiz kana bulanmış. Hepimiz birlikte. Gülümseyen, zarif, masum bir portrenin eşlik ettiği kurbanların biyografileri. Şehitler üretmek. Kadın, erkek, sen, ben. Daha çok baskı ve bireysel özgürlükleri kısıtlamaya yönelik üzüntünün utanmaz sömürüsü. Sorumluluktan kaçmak, büyüyen korku barometresi, seçimlerde kaç oy alınacağının hesaplanması, mezar kazıcılarının fırsatçılığı resmi düşünürlerin analizleri, medyada her zaman hızlı olmak, korku pornosu sebep tweetleri, troll zehirlenmesi, günah keçisi bulma açlığı intikam kokusu, altta yatan ırkçılık, dev kaynakları meşrulaştırmak emirlere ve savunmaya şartlanmak, yetersiz muhakeme. Korku, harika bir avcı ve eşsiz bir birleştirici. Kafanın içinde tıslayıp duran yılanlar kimin için?
Gözlerimi kapatıp, kulaklarımı tıkıyorum. Şakaklarıma bastırıyorum. Ama hâlâ çok net bir şekilde botların dönüş sesini duyuyorum. Duyan tek kişi ben miyim? Tutarsızlıklarımızın önümüzdeki başkanlık seçimlerindeki etkisi ne olacak? Küçük canavarlar onlarca yıl birbiri ardından gelen büyük canavarları takip edecekler mi? Bütün bu karmaşanın içinde öncekinden daha çok, bu önemsiz hayatımın tutarsızlıklarıyla nasıl baş edeceğimi bilmiyorum. Vakit öldürmelerim, anksiyetelerim, şüphelerim estetik duvarlarım, dünyadaki şiddetin karşısına ördüğüm aldatıcı duvarların arkasındaki gülünç alışkanlıklarım. Bunların hepsi çok bencil, çok kibirli görünüyor.
Haziran devam ediyor, acımasızca bu iğrençlik... ve yoldan sapış ağını ortaya seriyor. Türkiye tasfiyeleri, Adama Traoré, zorla geçirilen İş Yasası mültecilerin tahliyesi, ve bir haftadan kısa sürede Münih, Kabil ve St Etienne du Rouvray.
Güneş parlıyor, kurbanlar yağıyor, bombalar patlıyor. Yeni liberal düzeni empoze etmek, işçileri hor görmek ve göze hoş gelmeyen kampların sokaklarını temizlemek için kafa karışıklığını, şaşkınlığı ve tatil uyuşukluğunu kullanıyorlar. Temizle. Gücünü göster. Güven tazele. Temizle. Hükümler ve kararlar. Kelepçeler ve coplar. Şok tabancaları ve bomba atarlar. Mide bulandırıcı. Tüm bu olayların güçsüz bir izleyicisi beyaz tenimin altındaki korunaklı anonim bir larva olmanın verdiği vicdan azabı ve suçluluk duygusunun bu tanıdık hissi yeniden ortaya çıkıyor.
"I See a Darkness", Bonnie Prince Billy'nin bu ağıtı aklımdan çıkmıyor. İçime işliyor, beni okşuyor, teselli ediyor, üzüyor. O kaçıyor, ben yaklaşıyorum; ondan kaçıyorum, o geri dönüyor. Bir mendile kefene, tılsıma, buluta, fırtınaya dönüşüyor. Bir dert ortağına. Betona tutunuyorum, dairemin bu bitmek bilmeyen tahliye işine. Meşgul ol, çalış, daha az düşünürsün. Büyük başarı. Biraz kafa dağıtmayı seçebilseydim... Ama yapamıyorum.
Libidom bir uyuyan güzel, bir horlayan felçli. Arzularım dondurulmuş. O yüzden, o günlük toplanma, rafları boşaltma işlerim bittikten sonra yeniden sahte ve yapay kardeşlerim filmlere geri dönüyorum. Aynı günlerin tekrarı. Tek değişen şey sinefil menü. Ot ve biranın son darbeyi vurduğu aynı geçen geceler. Pazartesi, Salı'nın aynısı. Perşembe, Çarşamba'nın bir kopyası. Kara aynalar labirentini oluşturan gün ve haftalar koridoru.
Neredeyse unutuyordum, panjurların arkasına neredeyse yaz geldi. Vefalı arkadaşlar hatırlattı bana. Birkaç arkadaş şehirden uzakta biraz zaman geçirmek ve ormanda gezi yapmak için Nantes, Strazburg ve Paris'ten geldiler. Sarhoş konuşmalar, tartışmalar, saçmalıklar. İçimizi ve aklımızı ısıtıyor, boğazlarımızı tazeliyor, endişelerimizi paylaşıyor, korkularımızla yüzleşiyor, kendimizi yeniden güvende hissetmeye ve biraz unutmaya çalışıyoruz. Hepsinin ayrı tuhaflığı var. Bazıları karşı cins gibi giyiniyor, bazıları Lyme hastalığından korunmaya takmış durumda bazıları kovboy filmi yazmaya takmış bazıları Lacan, Hannah Arendt ya da San Antonio'ya itfaiyelere ya da kundakçılara. Bazıları yazıyor bazıları yutuyor, bazıları burjuva ya da bohem. Hepsi kaybeden!
Yürüyüşlerimizde güvenimizin erozyonu hakkında konuşup bizi oluşturan değerlerin kaybından pişmanlık duyuyoruz. Yarışın dışındayız, mücadeleden uzak. Dünyayı inceliyoruz ve anormal oluşumuzda ne kadar gülünç olsa da bir tür gurur buluyoruz. Yolda bir geyik geldiği gibi hızla ortadan kaybolmadan önce bir anlığına duruyor, bir kelebek gün batımı ışığında bir çiçekten bal alıyor bize el değmemiş güzelliğin mümkün olduğunu hatırlatıyorlar. Bir kartpostal klişesiyle, bir doğaçlama sevimlilikle rahatlıyoruz. Ortak, hemfikir, şüphecilikten uzak.
Buraya gelişimden beri ilk defa, bazen arkadaşlarımla yaptığım bu yürüyüşlerde kaybolurum, iç pusulamı kaybederim, daha yeni geçtiğim yolu unuturum, işaretleri yanlış yorumlar ve şaşırırım, aşağı yürüyeceğime tırmanırım kuzeyi düşünüp güneye yürürüm. Vosges yeşilliğinde yolumu kaybederim. Ama, neredeyse pişmanlıkla, her zaman doğru yolu bulursun tıka basa dolu buzdolabını, ikinci el koltukların rahatlığını... Düşünemeyecek kadar yorgun, yığılıp kaldığın o yatağı. Sessizce uyur ve tembelce hazmedersin. Gece olur nihayet. Çanlar çalar, çalar, çalar.
Yarın arkadaşlar mobilyaları, kapları kitap ya da disk yığınlarını alıp gidecek. Bana temizlikte yardım ettiğiniz için teşekkürler. Ama henüz bitiremedim. Ve hep aynı soruyu soruyorum... Neden bir film daha izlemiyoruz? Gidişime 2 ay var. Kendime kızıyorum. Yalnız geçirdiğim günler uzun ve ağır çekimde gibi. Hayatımın bu bölümünü sona erdirdim ve diğerine geçmek istiyorum. Savaşmak zorunda kalacağım yeni şeyleri seçiyorum. Ama Ağustos'un kalbi çok zayıf atıyor.
Bu günlük hayatı terk etme sabırsızlığımla alay eden tatil çarpıntısı tekrarlara ve kendine yeten bir şartlanmaya saplanıyor. Beni destekleyecek arkadaşlar Ağustos tatilinden orada burada faydalanıyorlar. Dünya hareketsiz, mevsimsel sıcaklıktan taş kesilmiş. Nötr. Takvimleri askıya alış. Annem ve babam 10 günlüğüne gittiler. Bense kendi kavanozumda âdeta kabuğunun ağırlığıyla ters dönmüş bir böcek gibi çaresizce havada ayaklarımı çırpıp duruyorum. Boş zamanlarım beni her engeli isteyerek ve detaylıca incelemekte ve her olası problemi takıntılı bir şekilde öngörmekte özgür kılıyor, Baş ağrıtıyor, şüpheleri üstüne basa basa anlatıyor savunmasızlığımla dalga geçiyor.
Kendimden uzaklaştırmayı başardığım anksiyete atakları geri dönüyor. Uyarı vermeden, birdenbire. Yemek yiyor, film izliyor, kayıtları grupluyorum. Ve aniden, sanki çok büyük bir yükün altında kalmış bir çatı gibi, karışık, çelişkili düşünceler seli boşanıp merhametsizce tüm beynimi dolduruyor. Düşünce okları aklıma saldırıyor. Bir hız treninde korku dalgaları benliğimi işgal etmiş Alphaville koridorlarına ışınlanmış gibiyim. Açtığım her kapıda boşluk beni içine çekiyor. Boş öğütler veren kuşatılmış aklım seyahat etmek fikrinden vazgeçiyor. Fikirler karışıyor, bulanıyor, derinleşiyor ve belirsizleşiyor. Birbiriyle alakasız görüntüler çarpışıyor. Kalbim çarpıyor, ama yalnızım.
Bir beyin hücresi saldırısı, nöronlarımdaki bir tsunami. Nefes alıp verişim hızlanıyor. Aldığım hava yetmiyor. Büyük bir girdabın içinde beni boğmaya çalışıyorlar. Nabzım çılgınca atıyor. Çığlık atmak istiyorum, hiç ses çıkmıyor. Boğazım düğümlü, diyaframım spazm içinde, şakaklarım ıslak alnımda ter damlaları, kollarımın altı yapış yapış. İlaçlarım nerede? Çabuk, yeşil ve mavi olanlardan. Dilimin altına bir hap.
Bu yavan, unumsu tadın ağzımda erimesine izin veriyorum. Pencereden sarkıp hava alıyorum, nefesimi kontrol etmeye çalışıyorum. Çok erken. Başım hâlâ anarşik bir biçimde zonkluyor. İlacın etkisini hızlandırmaya vücudumu yormaya ve içten gelen titremeyi engellemeye çalışıyorum. Tüm odalarda geziyorum, başımı suya sokuyorum, geri gidiyorum, dönüyorum, oturuyorum, kalkıyorum, uzanıyorum, tekrar kalkıyorum. Her zamanki gibi, geç olsa da, biraz hafifliyor.
Ardından gelen dalgalar yaklaştıkça artan yıpratıcı bir güçte. Kaos dağılıyor, bu yaygara gücünü kaybediyor ve çılgın kalp atışı yavaşlıyor. Rahatlatıcı dalgalar yayılıyor, yavaşça normalleşiyor ve düşmanı alt ediyor. Bu geçici bir ateşkes, hassas bir nöronsal huzur.
Ama uzun sürmez, bu nöbetler denge bozucu ve gelişigüzel biçimde çoğalır. Onlarla baş etsem de, sıklıkları ve şiddeti beni korkutuyor. İlaç kullandığım için kendimi zayıf, irademi kullanarak mantığıma söz geçiremediğim için küçük düşmüş hissediyorum. Kabul etmem gereken bir başka yenilgi bu. Fark ediyorum ki başarısızlıklarımın toplamı beni istikrarsız tamamlanmamış bir yetişkin yapıyor. Tutunduğum birkaç hayali kişisel başarıyı saymazsak.
Bazen beklenmedik bir teselli doğadan geliyor. Dışarıdaki renkleri canlandıran eşsiz bir ışık yaprakları kaplıyor. Sanki gezintiye davet gibi. Bazı günler, çalkantılı tahammülsüzlüğüme rağmen aklım kendiliğinden bu seyrettiğim kır manzarasıyla uyum sağlıyor. Dışarı çıkıp her taşına kadar bildiğim yolu seçiyorum ve yeni gölgelerle hacim kazanmış bu manzarayı yeniden keşfediyorum. Işığın arkadan vurduğu öleyazmış bir meşe, elmasımsı ışıltılarla parlayan genellikle gri ve silik bir nehir. Melankolik kişiliğimle tüm bu renklerle ilgili varyasyonlarını kurutacağımdan emin olduğum bir manzara. Gözler dört açılıyor, kıpraşıyor, arıyor, buluyor. Ruh kendini salıyor üzüntünün birikmiş sisi dağılıyor; ufuk bu idrak anında beliriyor.
Orman bu günlerde bulaşıcı vaatleriyle çok canlı. Gelecek, bu büyüleyici şimdiki zamandan kaçtığın zaman tükenmek bilmeyen olasılıklar hâlinde vuku buluyor. Benim için mutluluğa açık, sükûnete meyilli gezintiye davetli olmak pek de zor olmaz. Ama geçiyor bu his, bitiyor. Kaçış benden kaçıyor, büyü bozuluyor.
Endişe ve cesaretsizlik çanları eve girer girmez çalmaya başlıyor. Burada 5 sene birlikte yaşadığım çocuk bir dizi cevapsız e-postadan sonra benimle iletişime geçiyor. Şimdi ona ait olan kediyi alabileceğini söylüyor. Kediye acil bir şekilde yeni ev bulmama gerek kalmayacak. Onu ayrıldığımızda sadece bir kısmını götürdüğü eşyalarının kalanını alması için davet ediyorum. Dairemi gözden geçiriyorum ve ona ait veya düşkünü olduğu her şeyi ayrı bir yere koyuyorum. Annesiyle gelmesini bekliyorum, ama beni yeni arkadaşıyla tanıştırıyor.
Şapkalı kızıl saçlı bir genç bana "siz" diye hitap ederek sinirimi bozuyor. "Siz" diye birbirimize hitap ettiğimizi biliyor olmalı. Çok şükür ki ziyaretleri kısa sürüyor. Bayağı laflar konuşuyoruz. Araba doluyor, kedi seyahat kutusuna konuyor. Pek bir şey hissetmiyorum, çantalar ve kutular dolusu eşyadan kurtulmanın verdiği rahatlama haricinde.
Hoşça kal demek için eski sevgilimi öpmek üzereydim ona biraz sarılmamı istedi. Sarıldım huzursuzca. Bu eğreti sarılma anı bir süreliğine hissettiğimiz isteksizliği canlandırdı. Beraber yaşadığımız bu macerayı hatırlayarak ve ayrılarak doğru seçimi yaptığımız konusundaki ortak kanıyla körüklendi.
Arabaya kadar eşlik ediyorum, onu bir daha göremeyeceğimi düşünerek. Tek hissettiğim ilişkideki başarısızlığımla ilgili yaşadığım yüzeysel bir mutsuzluk, ayrılıkla değil. Bu sayfa temelli kapandı. Birkaç gün kedinin sıcaklığını özlüyorum, ama Paris'e taşınmamı daha da somutlaştırıyor. Bir seviye daha aştım.
Bir hafta sonra aklıma bile gelmiyor. Her yıl olduğu gibi, evin önündeki kestane ağaçları önce sararıyor sonra okula dönüşü simgeleyerek Ağustos'ta yapraklarını döküyor. Köylüler alışkanlıklarının sorgulanmadığı ve yabancı hissetmedikleri yerlerde yaptıkları tatillerini sonlandırıyorlar.
Kara Orman'ı veya Avusturya'yı seçiyorlar, aynı dili konuştukları aynı düşündükleri ve hepsinden öte aynı şeyi yedikleri yerleri, bolca ve telaşsız. Manzara pek değişmez, onlar alışkanlıklarını değiştirir. Tanıdıkları çevreye en çok benzeyen yerleri ararlar. Kafaları karışmamalı ya da şaşırmamalılar. Adapte olunması gerekecek farklı bir ortamın zahmetine girmemeliler. Buradaki diğer pek çok kesinlik gibi Alsas'ı hiçbir şeyin yenemeyeceğini düşünürler. Körcesine bir tutku. Mantıksız bir vatan, gelenek sevdası. Kökenlerinden, diyalektik ve tarihî eşsizliklerinden duydukları gurur. Aptallık.
Bu göbekli kalabalık Bavyera veya Tirol yollarında gezinip kokteyl saatini beklerken Amerikan ordusu Libya'yı bombalıyor bir Türk kiliseyi bombalayıp 50 kişi katlediyor İtalya'nın merkezinde bir deprem insanları öldürüyor Calais 'ormanı' dolup taşıyor, bir öğretmen Normandiya'da bir okulda kendini ateşe veriyor. Her şey güzel, her şey çok güzel.
Depresyonum günden güne yağan vahşet haberleriyle depreşiyor. Kim ikna edebilir? Beni kim sakinleştirebilir? Kim tarafsız olmamı; ümitsizliğe çaresizliğe karşı gelmemi; acizliğimin çığlıklarını, eylemsiz kalmamın harekete geçmeyip uzaktan tanıklık etmemin suçluluğunu bastırmamı ve sadece pasif bir sessizliğe bürünmemi önermeye kim cüret edebilir? Filmler elbette. Çıkış kapısı, kaçış, şifa.
Film bir ağrı kesici, arındırıcı, huzur verici. Filmler bandaj, mola, bakımevi, klinik, genelev, dernek, inziva. Filmler mucize, vaha, semafor. Filmler yansıma, gözlem, tokat, elektrik şoku, destek zırh, zamana karşı yarış, delilik, unutuş. Ivır zıvır. Falan filan. Tik tak.
Gitmeme sadece 3 hafta kaldı. Kafamda ve programımda bir geri sayım. Sürdüğüm bu tempo nihayet bozuluyor. Paris'te arkadaşlarım var. Bir arkadaş bana kamyonunu veriyor, 2 kişi daha onu buraya sürecek.
İnternet satışlarımı 15 Eylül'e kadar devam ettirmeye karar veriyorum. Ertesi gün tavan arasındaki eşyalar için bir adam geliyor. 10.000 disk ona, benim için bir dert daha azaldı. Annem, üvey babam ve tuttuğum adam sayesinde süreç hızlanıyor. Yanıma almayacağım mobilyalar ve ıvır zıvırlar çöpe gidiyor kıyafetler seçiliyor, raflar boşalıyor ve duvarlardan sökülüyor.
Bu parçalara ayırma işlemi, bu orijinal çıplaklığa dönüş beni memnun ediyor. Ayrılık artık bir hayal değil. Yakında başka bir yerde olma kararlılığı ve saklı olasılıklar beni kamçılıyor. Bu macerayı sadece gözlemlemiyorum. Yaşıyorum, hissediyorum. Vedalaştığım her objeyle daha da hafifliyorum.
Buradan 500 km uzaklıkta kolileri açarken yaşayacağı bildiğim bu tatmin duygusunu öngörerek koliliyorum. Odaya girdiğimde adımlarım yankılanıyor. Mobilyaların kayboluşuyla ortaya çıkan bu yankı gün geçtikçe daha belirgin, tuhaf bir şekilde tanıdık, güç veren görünmez bir partnere dönüşüyor.
Eski bir arkadaş, Paris'te evinin merdiven boşluğunda 20 yıl önce çekilmiş bir fotoğrafımı gönderiyor. Bu genç adamı hayal meyal hatırlıyorum, dolu yanakları ve geniş tebessümüyle, hâlâ biraz pembe, cana yakın ve tasasız. Doğduğu gri militer ilden ayrılışından duyduğu kararlılığını, memnuniyetini tesadüflere olan açlığını, keşiflerini ve hazlarını hatırlıyorum. Siyah ama parlak gözlerinde sahte bir özgüven ve bir parça muziplik var. Bu eski fotoğraf hakkında tuhaf bir hisse kapılıyorum. Nostalji değil ama, bir sürpriz. Kendimi biraz unutmuşum, son 30 yıldır fotoğrafım yok. Hayata olan susamışlığımın anısını kendimden gizlemişim. Şimdi ise harcanmış bir hayat.
3 gün sonra arkadaşım mutfağında sebze doğrarken kalp krizi geçiriyor. Kötü bir şaka olduğunu düşünüyorum. Ama değil. Şans eseri zamanında kurtuluyor. Yakından tanıdığım kimsenin yasını tutmadan uzun bir süre yaşadım. Geçen zaman, ilerleyen yaş ve babamın ölümüyle, şimdi ölümün ve hastalığın fırsat kolladığını hissediyorum. Beni onlara aşina olmaya, kendimin ve diğerlerinin savunmasız olduğunu kabul etmeye zorluyorlar.
Gitmek. Diğerlerinin gittiğini görmek. Kendime yetişkin olmanın kaçınılmaz şeylerle baş etmeyi öğrenmek olduğunu söylüyorum. BM 2016 yılının Akdeniz'e açılan sığınmacılar için en ölümlü yıl olduğunu duyuruyor. Bu da bir kaçınılmaz olarak değerlendirilmeli mi? Bilmek ve hiçbir şey yapmamak. Gözlerini kaçırmak, yas tutmak umudunu yitirmek, yaşıtlarımın sebep olduğu utancı hissetmek, ve hâlâ bir şey yapmamak. Kayıtsızlığı kabulleniş. Sadece isimden ibaret kalmış insanlığın üzücü tecrübeleri.
Vazgeçiş, rezilliğin bu iğrenç kokusunu yayıyor. Catherine Sauvage'ın okuduğu Aragon'un "İnsanlar böyle mi yaşar?" şarkısını tekrar dinliyorum.
"Gökyüzü gri bulutlarla kaplıydı."
"Yaban kazları rıhtımdaki evlerin üzerinden geçerken ölüm çığlığı atıyordu."
"Onları penceremden gördüm. Hüzünlü şarkıları benliğime işledi."
Son anlara sıra geldi. İlkinden çok daha heyecan verici. Son çamaşır günü, son koliler, son kez bölgeden birkaç arkadaşımı görüşüm ormanda son yürüyüş, son aile yemeği burada izlenen son filmler, son gece, son aynı gün.
Bağımlısı olduğum yalnızlıktan ayrılma endişesi kaybolmuştu. İlerleme kaydetme ihtiyacı ağır basmıştı. İçimdeki bir şey hâlâ yaşamak istiyor. Beklenmedik bir enerji. Belki ümitsizlikten ve karanlıktan daha güçlü bir şey. Bu savaş kazanılmadı, ama çabalıyorum.
Sabırla beni destekleyen ve gitmeme teşvik eden annem gittiğimi görmekten duyduğu acıyı saklamaya çalışıyor. 7 yıl önce bu bölgeye taşınışımın anıları kayboluyor. Görünmezlik ve kendimi emniyete alma çabalarıyla bu manzaraya karışıp kayboldum. Neredeyse benim huzur arayan, sadece bu gezinmeyi sevdiği ormanla duygusal bağı olan bir yabancı olduğum unutuluyordu.
Annem benim yakınlığıma, böylesi umutsuz bir tutuculuğa ve etrafını çevreleyen kasıntılı aptallığa duyduğu öfkesini ve bıkkınlığını benimle paylaşabilme imkanına sessizce alışmıştı. Onu burada ikimizin de başarısız olacağını bildiğimiz bir direnişle baş başa bıraktığım için bir ızdırap duyuyorum. Bu üzüntü taşınmama, kamyonu yüklememe ve Paris'e gitmeme yardım etmeye gelen arkadaşlarla kayboluyor. 10 kişi eğlenceli bir atmosferde çalışıyor ve bu çileli işi eğlenceli bir zamana dönüştürüyoruz.
Bu son Pazar günü heyecan dolu bir yemekle ve tatlı bir melankoliyle son buluyor. Sohbetler samimi, şakalar havada uçuyor, herkes neşeli, güven verici, kibar, iyi. Köyde bu ömürlük arkadaşlarımla geçirdiğim son anım hep benimle kalacak. Onların desteği ve vefası olmasaydı çoktan her şeyden, geleceğe dair her öngörüden vazgeçer, bataklığa saplanırdım.
3 Ekim Pazartesi sabahı, gökyüzü gri ama pek endişe verici değil, gün ışığı cansız. Anneme ve üvey babama sarılıp gözyaşlarımı tutuyorum. Arabayı kullanacak arkadaşın yanına oturuyorum. Araba çalışıyor, camdan ve dikiz aynasından el sallanıyor. Yaprakları henüz tamamen sararmamış ağaçların olduğu küçük yoldan gidiyoruz.
Annem, kayalıklar ve köy yavaşça bizden uzaklaşıp tamamen gözden kaybolmadan önce silüetlere karanlık, belirsiz cisimlere dönüşüyor.
Beni neler bekliyor, gerçekten bilmiyorum.
Ama gidiyorum.